Yugoslavya başlangıcı

Emre Kose
18 min readDec 22, 2022

--

Çevirmenin notu: Yugoslavya’nın parçalanması, beşeriyetin tanık olduğu en zalim savaşlardan biriyle gerçekleşti. Bunun yanında Yugoslavya, son 30 yılda dünyanın çeşitli coğrafyalarında yaşanan velaket savaşlarını anlamak açısından son derece öğretici. Yugoslavya, NATO’nun tarihindeki ilk muharebe misyonunu icra ettiği topraklardı ve Batı emperyalizmi açısından bir emsal oluşturmuştu; bundan sonra Batı, Libya ve Suriye gibi ülkelerde yaşanan ihtilaflarda Yugoslavya’yı referans aldı. Yugoslavya’daki trajedinin bu kadar büyük olmasının kuşkusuz en önemli nedenlerinden biri de dağılan SSCB’nin halefi Rusya Federasyonu’nun başına gelen çeteydi. NATO saldırısını engelleyebilmek bir yana, istilacıların işlerini kolaylaştırdılar ve her şeyi bile isteye yaptılar. Dönemin Rusya Dışişleri Bakan Yardımcısı Anatoliy Adamişin, Moskova’daki çetenin Yugoslavya’nın katledilmesine nasıl ortak olduğunu kendi tecrübeleriyle anlatıyor.

Yugoslavya başlangıcı: “Barışa” yönelik modern yaklaşımların prototipi

Anatoliy Adamişin — Russia in Global Affairs

26 Ekim 2013

Küresel diplomasinin önemli görevlerinden biri, savaşla ilgili yerel uluslararası krizleri çözmektir. Ancak Soğuk Savaş sonrası dönem, bazı yeni akımların ortaya çıkışına tanık oldu. Önde gelen Batılı güçler, mümkün olan her yerde ve her zaman tarafsız bir tavır almak ve savaşan tarafları barışa zorlamak yerine farklı davranmaya başlıyor. Çoğu sorunlu noktada, kötü adamlara karşı zafer elde etmek için ihtiyaç duyduğu siyasi, askeri ve diplomatik desteğe sahip olan “haklı” bir taraf — iyi adamlar — seçilir. Daha güçlü ülkeler, genellikle mevcut çıkarlarından yola çıkarak iç çatışmalarda ve iç savaşlarda kaide olarak haklı ya da haksız taraf olmadığı gerçeğini görmezden gelirler; aslında sorumluluk genellikle her iki tarafa da aittir. Son zamanlarda bu türden politikaların pek çok örneği var, bu yüzden geriye dönüp her şeyin nasıl başladığına, 1990’ların başındaki Yugoslavya’ya bakmak ilginç olabilir.

İç politikada hoşgörünün bedeli

Perestroyka, Soğuk Savaş’ın dış politikadaki çatışma paradigmasını ortadan kaldırdıktan sonra, Rusya Devlet Başkanı Boris Yeltsin ve Dışişleri Bakanı Andrey Kozırev, genel anlamda Sovyet Devlet Başkanı Mihail Gorbaçov’un izinden gitti. Rusya, 1917 Ekim Devrimi’nden sonra kabul edilmediği hakim medeniyete geri dönmeye çabaladı. İdeolojik çatışma ve Soğuk Savaş gibi pek çok engel ortadan kalkmıştı. Rusya’nın ABD ve Batı Avrupa ile işbirliği siyasi bir öncelik haline geldi.

Silahların azaltılması dış politika gündeminde önemli bir konu olmaya devam etti ve bu doğrultuda bazı reel adımlar atıldı. Rusya, Sovyetler Birliği’nin yasal halefi olduğunu ilan etti ve bu sıfatla tanındı. Ek olarak Rusya, BM Güvenlik Konseyi’nin beş daimi üyesinden biri olarak konumunu korudu.

Böyle bir strateji oldukça makul görünüyordu. Yine de nesnel politikalarda baştan temel bir hata yapıldı: “Uygar” ülkelere, her şeyden önce Amerika Birleşik Devletleri’ne koşulsuz uyum, Rus dış politikasının mihenk taşı haline geldi. Ne kadar iğdiş edilmiş olsa da Rusya, ABD’nin küçük ortağı olmaktan daha fazlasını isteyebilirdi. Ancak araya iç siyasi mücadele faktörü girdi.

Boris Yeltsin, iç politikasındaki sert tedbirler [örneğin Ekim 1993’te Rusya’nın muhalif parlamentosunun bombalanması] sayesinde ABD’nin affına nail olurken, uluslararası ilişkilerde bazı tavizler vermek zorunda kaldı. Ne ilk başkan George Bush, ne Bill Clinton, ne de dışişleri bakanları dış politikalarında vicdanlıydılar. Yugoslavya’daki kriz bunun üzücü bir teyidi.

Bu konudaki ilk yakın tecrübem, İtalya’daki bir görevden sonra birinci dışişleri bakan yardımcısı sıfatıyla Dışişleri Bakanlığı’na döndüğüm 1992 sonbaharına dayanıyor. Kısa süre sonra Yugoslavya’nın içindeki ve etrafındaki olaylar çok iğrenç bir hal aldı. Genel kanı, dış askeri müdahale için psikolojik hazırlıkların yapıldığı yönündeydi. İlk başta Amerikalıların tüm bunlara neden ihtiyaç duyduğu pek belirgin değildi. Önceleri Balkanlarda olanlardan uzak durmayı tercih etmişler ve hatta bir dönem Yugoslavya’nın parçalanmasına karşı çıkmışlardı. Aralık 1991’de ABD, Hırvatistan’ı tanıma konusunda hâlâ isteksizdi. Ancak gelecek yılın baharında ABD, yalnızca Hırvatistan’ı değil, Slovenya’yı ve daha da kötüsü Bosna Hersek’i de tanımıştı. Çatışmalar çabucak alevlendi. Anlaşılan ABD, Balkanların büyük bir ikramiye olduğunu fark etmişti: Yalnızca Müslümanlara verilen destek, İsrail ile yapılan ittifakın zararlarının tazmini olarak devasa siyasi kazanımlar vaat ediyordu. Balkanlardaki en büyük hakem olma rolü, geriye kalan biricik süper gücün lideri olarak Clinton’a epey cazip göründü. ABD, Sırplara baskı yaparak nihayetinde kendi şartlarına göre bir barış anlaşması dikte etmenin daha kolay olacağını sanıyordu.

Böyle bir durumda Rusya’nın görevi askeri müdahaleyi — dahası eldeki mesele, Batı’nın sonunda itiraf ettiği üzere bir iç savaş olduğu için — önlemek olmalıydı. Rusya, güç kullanımına alternatif olarak siyasi bir çözüm ve savaşan üç gruba — Sırplar, Hırvatlar ve Boşnaklar — adil bir yaklaşım konusunda baskı yapmalıydı. Prensip olarak bu tam olarak Rusya’nın çoğu zaman izlediği politikaydı, ancak bazı kilit hususlarda ABD’nin baskısına yenik düştü.

İlk büyük hata, Mayıs 1992’de Rusya’nın Yugoslavya’ya karşı acil ve ağır yaptırımlar getiren BM Güvenlik Konseyi kararına oy vermesiyle yapıldı. Henüz Rusya’nın İtalya Büyükelçisiyken, Moskova’ya Sırbistan’a yaptırım uygulamak için acele etmemesini yazdım. En azından önce yaptırımların bize neye mal olacağını hesaplama konusunda ısrarcı oldum. Bize baskı yapanlara isteksizliğimizi açıklamak için her zaman Rusya’nın iktisadi konumunu kullanabilirdik. Onlara muhtemel kayıplarımız için alacağımız tazminatların ne olacağını sormak bile mantıklı olabilirdi. Balkanlarda Almanya gibi Rusya’nın da kendi oyununu kurması konusunda ısrar ettim. Rusya’nın geleneksel müttefiki olan Sırbistan’a sırtımızı dönmenin yanlış olacağını yazdım. Sırbistan Devlet Başkanı Slobodan Miloseviç ve onun “şaibeli maceraları” unutulacaktı ama Rusya, Sırplara ihanet ederse bu fiilin anısı tarihe geçecekti. Ne yazık ki, yaptırımlara karşı telgrafla yaptığım uyarım Rus büyükelçilerinden gelen tek uyarıydı ve ülke liderlerine ulaştırılmak üzere Dışişleri Bakanlığı binasından hiç çıkarılmadı. İsimsiz bir hayırsever daha sonra tam metni, aşırı sağcı milliyetçi gazete Den’e sızdırdı. Eskiden bu tür şeyler yüzünden hapse girilebilirdi.

Daha sonra o zamanlar Yugoslavya’dan sorumlu olan dışişleri bakan yardımcısı Vitaliy Çurkin, bana o sırada Dışişleri Bakanlığı’ndaki tek bir diplomatın dahi yaptırımları desteklemediğini, ancak herkesin itiraz etmekten korktuğunu söyledi. Yaptırımların kapsamı eşi görülmemiş derecede genişti, ancak Rus hükümeti bunları çabucak kabul etti. Yaptırımlar ve Rusya’nın tutumu Sırpları çileden çıkardı. Çin hükümeti ekonomik tedbirlerin kendisinin aleyhine oluğunu açıkça ilan ettiği için Rusya, Çin’in Sırbistan’a yaptırım uygulamayı reddetmesini bir argüman olarak kullanabilirdi. Miloseviç, on ana kadar Rusya’nın kendisini zor durumda bırakmayacağından emindi. Sırpların her yönden [ve haklı olarak] ağır eleştirilere maruz kaldığı bir durumda, hakim duyguya boyun eğmemenin çok zor olduğunun farkındayım. Ancak çatışmanın alevlerini körükleyen tek kişi Miloseviç değildi. Hırvatistan Devlet Başkanı Franjo Tudjman ve Bosna Devlet Başkanı Aliya İzzetbegoviç de tam olarak aynısını yaptılar. Taraflı yaklaşımlar Batı’da standart bir uygulamaydı. Tartışılmaz bir kural vardı; eğer Sırplar suçlanacaksa, başka kimse suçlanmazdı. Başkası suçlanacaksa, o zaman herkes sorumluydu. Rusya, daha değişik bir oyun oynayacak kaynaklara sahipti. Ülkenin güç kullanımına karşı uzun süren direnişi bunun açık göstergesiydi.

ABD’den Cyrus Vance ve Britanya’dan David Owen, 1992 Londra Eski Yugoslavya Konferansı’nın oluşturduğu Yürütme [bazen de İdari olarak anılır] Komitesinin eş başkanları sağlam durdular. BM Genel Sekreteri Boutros Boutros-Ghali ve elçileri, personelin güvenliğinden korktukları için askeri operasyonlara karşı çıktılar. Ocak 1993’te Bosna Hersek çalışma grubunun eş başkanı Martti Ahtisaari, Rusya’nın çabalarının güç kullanımını değil, siyasi yöntemleri ön plana çıkardığını açıkça dile getirdi.

Rusya’daki birçok insanın [tıpkı ABD’de olduğu gibi] Miloseviç’i, göz açtırılmaması gereken “komünistlerden” biri olarak gördüğünden kuşku duyuyorum. Bir politikacının gayri resmi olarak belirttiği gibi yaptırımları onaylamamız, o “kızıl serserileri” cezalandırmanın bir yoluydu. Rus dış politikası, ulusal bir strateji değil, parti siyaseti biçimini aldı. Birçoğu, ideolojiyi bir kenara atma bahanesiyle jeopolitikte kökleri olan ayrımlara gözlerini kapadı. Milliyetçi fikirli sözde vatanseverler, ülkenin haysiyetinin bayrağını kapmayı başardılar. En mantıklı adımlardan bile sırf eski bağlanzlara taviz anlamına geleceği için kaçınıldı.

Büyük bir anlaşmazlık vardı. Yüksek Sovyet’in Sırplara yönelik hava saldırılarını şiddetle reddetmesini engellemek için Rus savaş uçaklarını ABD filolarına gönderme şeklindeki — çok ciddi bir şekilde ileri sürülen — ölü doğmuş fikri anımsamak yeterli.

“Burası ikinci bir Irak olamaz!”

Ocak 1993’te Dışişleri Bakanı Kozırev, Rusya’nın aslında iki aydır askeri müdahaleye karşı BM Güvenlik Konseyi’nde gizli bir veto kullandığını söyledi. Ancak kısa süre sonra başka bir saldırı geldi. Bu kez Fransızlar, Bosna Hersek’e uygulanan uçuşa yasak bölgeyi tatbik etmek için askeri güç kullanmayı teklif etti. Hemen hemen tüm taraflar bunu destekledi. Bu tedbir, herkesin katılmayı kabul etmesi durumunda Vance-Owen barış planının uygulanmasını kolaylaştırmak içindi. Vance-Owen’in Bosna-Hersek planı 1993’te hazırlanmış ve Rusya’nın desteğini almıştı.

Rusya’nın Birleşmiş Milletler Daimi Temsilcisi Yuli Vorontsov, New York’tan telgraf çekerek uçuşa yasak bölgeyi ihlal edebilecek şahıslara yaptırım uygulanması meselesinin Kozırev’e [ardından Yeltsin-Clinton toplantısına hazırlık yapmak için ABD’ye gitmişti] iletildiğini ve Rusya’nın Fransa’nın teklifini onaylayacağını bildirdi. Kozırev’in başından beri bu kararı destekleme eğiliminde olduğunun tamamen farkındaydık. Yeltsin’e, kararın Fransa’ya ait olmasına rağmen Clinton’ın fikri olduğunu belirten bir mektup yazdı. Kozırev, Bush’un ardından ABD’nin uçuşa yasak bölgeyi tatbik etmek için güç kullanmaya hazır olduğunu da yineledi.

Önerilen uçuşa yasak bölge, bariz şekilde Sırbistan’ı hedef alan bir hamleydi. Bölgede sadece Sırpların uçakları vardı ve şimdi bu üstünlük ellerinden alınmak üzereydi. Bunu, ihtilafın taraflarından birini zayıflatmaya yönelik bir adımdan başka bir şekilde yorumlamak mümkün mü? Müslümanların üstün olduğu kara kuvvetlerine dokunulmadı. Sırplar ihlal suçlamalarını reddetti; BM’nin tüm eylemlerini yakından izlediğini savundular. Ancak Fransızlar bana açık açık şunu söyledi: “Sırpların bir şeyi ihlal edip etmemesi önemli değil, kamuoyu onlara karşı ve biz de bunu dikkate alıyoruz.” Yine de asıl önemli olan yalnızca Sırplar değildi. Dış müdahale, ilk kez emsal teşkil edecek şekilde yasallaştırılmak üzereydi.

O zamanlar BM’den sorumlu dışişleri bakan yardımcısı olan Sergey Lavrov ve ben, buna engel olmanın tek yolunun Devlet Başkanı’ı müracaat etmek olduğunu biliyorduk. Kozırev’e olan sadakatimiz nedeniyle bu adımı defalarca erteledik. Bu taktik işe yaradı: Yeltsin beni bizzat aradı. Kendine has sesini ve tonlamasını hala hatırlıyorum. “Ben neden temel meselelerde bilgilendirilmiyorum? Kozırev ve sen çok zeki olduğunuzu zannediyorsunuz öyle mi? O zaman gösteririm size. Bunu yapacağımdan emin olun. Şüpheniz olmasın!” Ve bizi nasıl cezalandıracağını anlatmaya başladı. Sonra şöyle bağırdı: “Bir düşünün, Yugoslavya’yı bombalamak! [Yeltsin mesajı doğru anlamıştı!] Bunu yapmak isteyenler Amerikalılar, değil mi? Yoksa biz mi? Burası ikinci bir Irak olmayacak. Kozırev’e derhal karara aleyhte oy vermesini ya da en azından çekimser kalmasını söyle.” Şöyle yanıt verdim: “Kozırev’in bu kararın lehine oy kullanmasına izin veren sizdiniz.” Yeltin’in yanıtı, “Onu hatırlamıyorum” oldu. Kısa bir süre sonra tekrar aradı. “Önümde Yugoslavya ile ilgili bu not var. Hiçbir şekilde izin vermedim.”

Bu noktada Kozırev’in arada bir bazı hileler yaptığını açıklamakta fayda var. Aynı gün bu kez Lavrov’un Yugoslavya ile ilgili notunun yanında, Yeltsin’e Washington’daki görüşmelerinin bir özetini sundu. Görünüşe göre Dışişleri Bakan Yardımcısı Georgiy Mamedov dışında hiç kimse bu notun içeriğinden haberdar değildi. 10 ya da 11. sayfalarda [daha iyi zamanlarda bile kimse bu tür belgelerde bu kadar ilerisini okuma zahmetine girmezdi] şöyle bir paragraf vardı: “Fransızlar, önerilerini genel tedbirler dizisinin bir parçası yapmaya ikna olmazsa Rusya, Fransa’nın taslağına lehte oy vermeli.” Elbette kimsenin Fransızları ikna etmeye en ufak niyeti yoktu. Bu uzun notun sonunda, sunulan tekliflerin onaylanması lehine bir karar taslağı vardı. Bu uzun notun sonunda sunulan tekliflerin onaylanması lehine bir karar taslağı vardı. Aslında Devlet Başkanı’na Fransa’nın kararının özünde ne anlama geldiği söylenmemişti. Bu durum, hem hava hem de kara hedeflerine saldırı başlatmayı mümkün kıldı.

Yani son anda Yeltsin’in araya girmesiyle tutumumuz değişti. Yardımcılarından bazıları muhtemelen bir şeyler yazmıştı. Tanrı onu korusun! Ne yazık ki Yeltsin daha sonra tavrını bir kez daha değiştirecekti. Nihayetinde güç kullanma kararı feci bir rol oynadı. Yapabildiğimiz tek şey kara hedeflerine yönelik saldırıları bertaraf etmek oldu. Kısa bir süre önce dikkat çekmeyecek şekilde kaldırılan “havada” ibaresini kararın son haline eklemeyi başardık. Karar konusunda verdiğimiz mücadele olmasaydı, o küçücük şeyi bile asla başaramazdık.

Kabul etmeliyiz ki, uluslararası ve hukuki çabalarımız boşunaydı. ABD ve NATO sonunda oy verdikleri kararları ihlal ettiler.

Sırplara yönelik bir diğer engelleme, Nisan 1993’te Kanada’nın Vancouver kentindeki Clinton-Yeltsin zirvesine denk getirildi. BM Güvenlik Konseyi’nin karar taslağı, Yugoslavya’ya karşı ilave ekonomik yaptırımların getirilmesiyle ilgiliydi. Kozırev, bize hiçbir şey söylemeden Yeltsin’e yeni yaptırımlar lehine bir not gönderdi. Yaptırımların, Vance-Owen planının alternatifi olmadığı şeklindeki 9 Mart tarihli devlet başkanlığı beyanında belirtildiği gibi, Yugoslavya krizine yönelik politikamızla uyumlu olduğunu iddia etti. Gerçekte, açıklama böyle bir şey içermiyordu. Yugoslavya’ya karşı tutumumuz dahilinde kalan bağımsızlık unsurlarından fiilen geri adım attık.

ABD, Rus birliklerinin Baltık ülkelerinden çekilmesinde olduğu gibi, uluslararası sorunları bize yardım vaatleriyle alakalandırmak istedi. O zamanlar Yugoslavya’ya karşı yaptırımlar konusunda kendi takdirimize bağlı olarak, kimsenin bize baskı yapmasına gerek kalmadan karar verme fırsatımız olsaydı, bunları kabul eder miydik diye düşündüğümü hatırlıyorum. Yani bütün mesele dışarıdan gelen baskıydı. Rusya bu kadar zayıf olmasaydı, bu kadar baskı altına alınır mıydık? Ve farklı bir liderliğimiz olsaydı, gerçekten baskıya boyun eğer miydik?

ABD’nin BM Daimi Temsilcisi, Rus mevkidaşı Yuli Vorontsov’a Rusya ile yeni yaptırımlara ilişkin karar taslağı konusunda anlaşmaya Vancouver zirvesinden önce varılması gerektiğini söyledi. Bir numaralı gündem maddesi ABD’nin Rusya’ya yardım programıydı ve BM kararlarını incelemek başkanın görevi değil. ABD Dışişleri Bakanlığı’nın iki numaralı adamı Strobe Talbott, Rusya’nın ABD Büyükelçisi Vladimir Lukin ve Almanya Dışişleri Bakanı Klaus Kinkel ile yaptığı basına kapalı görüşmede, Rusya’ya yapılan yardımı ve ülkelerinin genel olarak Rusya’ya yönelik politikalarını yaptırımlarla ilgili tutumumuzla alakalandırdı. O iki adam lafını esirgemedi: Sana söyleneni yap, yoksa yardımımızdan mahrum kalacaksın. Doğruyu söylemek gerekirse bu, tek başına kararı veto etmek için yeterli bir sebepti.

Amerikalılar sadece New York ve Washington’da üzerimize gelmediler. ABD Dışişleri Bakanı Warren Christopher, Dışişleri Bakan Yardımcısı Georgiy Mamedov’u arayarak şunları söyledi: “Karar BM Güvenlik Konseyi’nde oylamaya sunulduğunda ABD-Rusya ilişkilerine zarar verebileceği için Rusya’yı veto hakkını kullanmama konusunda uyarmak istiyoruz. Bu, özellikle ABD yönetiminin Rusya’ya yardımın genişletilmesi için Kongre’den destek almasını zorlaştırabilir.” İlerideki yardımlar vaadi karşılığında derhal taviz vermemiz istendi.

Yeltsin notumuzu okudu ve epey kifayetli bir karar yazdı: Önce Bakanlar Kurulu toplantısında hangi yaptırımların gündemde olduğunu tartışın, Dışişleri Bakanlığı ilgili tüm kurumların görüşlerini alsın ve ancak bundan sonra karara varın. Ne yazık ki, uzun süre tatmin olmayacaktık. 18 Nisan’da BM Güvenlik Konseyi, Belgrad’a yönelik yaptırımları sıkılaştırma kararı aldı. Hakikaten de tüm Ortodoks Sırplara Paskalya hediyesiydi! Daha sonra Kozırev ve Vorontsov’un o gece boyunca birbirleriyle irtibat halinde olduğu ortaya çıktı. Sabah saat beşte, Vorontsov’a çekimser kalma veya veto etmekten kaçınması söylendi.

Bu telaşın sebebi neydi? İlk olarak, arabuluculuk çabaları makul bir sonuca götürülmedi. İkincisi, Rusya için muhtemel ekonomik neticelerini inceleme şansı yoktu. Kozırev daha sonra kamuoyuna, Rusya’nın yaptırımlar nedeniyle uğradığı mali kayıpların tüm kaynaklardan aldığı toplam dış yardım miktarından çok daha ağır bastığını söyleyecekti. Üçüncüsü, yersiz olduğu ortaya çıkarsa kararı veto etme sözümüzden geri adım atabilirdik. Dördüncüsü, başından beri oylamanın 25 Nisan’da yapılacak yerel referanduma kadar ertelenmesini talep etmiştik. Kimse beklemeyi kabul etmedi. Gerçekten de çok olağandışı bir hediyeydi. Beşincisi, zorbalığa uğradığımızda korktuğumuzu herkes fark etti. Ve altıncısı, söylediğimizin tam tersini yaparsak kim bize nasıl güvenebilirdi?

Çekimser kalma kararının nasıl verildiğini öğrenmeye çalıştım. Devlet Başkanı’nın en son anda başbakanın tavsiyesini dinledikten sonra Kozırev’in “hay hay”ını [başlangıçta Vorontsov tarafınan önerilen sert bir “hayır”dı] “çekimser” olarak değiştirdiği ortaya çıktı. Yeltsin de bir süredir çekimser kalmayı tercih eden Çin’in izinden gitmek istiyordu. Ancak bu, Rusya dahil herkes için zorunlu olan yaptırımları kabul etme kararını onaylamakla aynı anlama geliyordu. ABD ve diğer bazı Batılı ülkeler, Sırplar askeri olarak başarılı olurken barış anlaşması istemiyorlardı. Siyasi çözümü mümkün olan her şekilde ertelediler. Bazı ülkeler, Sırp ağır topçularına karşı hava saldırılarının başlatılması ve Bosna’ya silah ve mühimmat taşımak için kullanılan köprü ve yolların imha edilmesi gerektiğini beyan etti. Uzlaşı ancak Sırplar yenildikten ve gaddarlık ve zulmü gösteren televizyon klipleriyle şekillenen kamuoyu ancak bir tarafta tatmin olduktan sonra dikkate alınabilirdi. Dahası, Başkan Clinton hem kampanya vaatlerini yerine getirmek hem de genç de olsa kararlı bir başkan olarak özgüvenini sergilemek zorundaydı.

O zamanlar “Çok öngörüsüz bir tavır. Zira Sırplara yönelik baskının artmasının nihai etkisi kimsenin tahmin edemeyeceği bir şey. Aşağılanan ve mağlup edilen Sırpların müzakere etmeyi kabul edeceğini kim garanti edebilir? Batının duyarlılığının farkında olan Kosovalı Arnavutlar, on yıllık bir sessizliğin ardından kılıç sallamaya hazırlanıyor. Elbette bunu büyük bir karmaşa izleyebilir” diye yazmıştım.

O sırada aldığım notları gerçekte yaşananlarla kıyas etmek için düzenlemiyorum. Geriye dönüp baktığımda bunun basiretsizlik değil, aynı zamanda Balkanlardaki Rus nüfuzunun öncül ajanları olarak görülen Sırpları sistematik olarak zayıflatma politikası olduğunu söyleyebilirim. Miloseviç’in sık sık bizden Batı’yı, üzerindeki baskıyı hafifletmeye ikna etmemiz konusunda ısracı olduğu doğru olsa da, Batılıların Miloseviç’e dair kavrayışlarında son derece yanılmış olmaları da oldukça dikkat çekicidir. Ama aynı zamanda planlarını bize açıklamayacaktı. Sırplar, yaptırımlar lehine oy kullanan Yeltsin ekibine güvenmedikleri için durumu bizim açımızdan kolaylaştırmadılar. Rusya’da yaşanacak iktidar değişikliğini bekliyorlardı. Moskova’dan çeşitli elçiler tarafından kulaklarına fısıldanan bu tür kehanetlere güvenirlerdi. Tek arzusu Yüksek Sovyet Sözcüsü Ruslan Hasbulatov ve Devlet Başkan Yardımcısı Aleksandr Rutskoy ile — başka bir deyişle, muhalefet ile — görüşmek olan Bosnalı Sırpların lideri Karadziç’in ziyaret planlarını alt üst etmesi Rusya Dışişleri Bakanlığı’nın takdiridir.

Sırplara verdiğimiz destek, tarihsel gelenek tamamen inkar edilemese de Slavofilizmin bir tezahürü değildi. Yugoslavya’nın etnik çatışmalarda taraflara barışı dayatacak uluslararası bir mekanizma için bir deneme sahası olması daha da önemli. O mekanizmada belirgin bir “ABD’de üretilmiştir” etiketi vardı. Rusya kendine ait bir yer edinemedi. Rusya kendine ait bir yer edinemedi. Rusya’nın yalnızca ikincil bir rol oynadığı, yalnızca Batı’nın çıkarlarına uyan Balkan uzlaşısının başka bölgelerde de şablon olarak sunulması tesadüf değil.

Bu politika aynı zamanda dar görüşlüydü. Bosna’daki İslamcı köktendincilerle flört etmek onların gücünü artırdı. Bosnalı Müslüman liderliğin küresel cihadist hareketle derin ve yakın bağları olduğuna dair inandırıcı deliller var. Liderlik, — International Herald Tribune’ün Aralık 2012’de yazdıklarından hareketle — ABD’ye yönelik 11 Eylül 2001 saldırılarının en az üç başrol aktörünü ağırlamıştı.

Hedef Sırplardı

8 Şubat 1994. Yoldaşlarımla sıkı bir mücadele vermiş olmamız iyi bir şeydi, ancak BM Güvenlik Konseyi’nin Bosna-Hersek üzerinde uçuşa yasak bölge oluşturmak için güç kullanma kararı almasına izin vermemiz iyi değildi. ABD F-16’ları dört Sırp uçağını “yasal gerekçelerle” düşürdü. Bu, NATO’nun tarihindeki ilk muharebe operasyonuydu. Genel durum önemli ölçüde kötüleşti. 5 Şubat 1994’te Saraybosna’da kalabalık bir pazar pazarının ortasında bir top mermisinin infilak etmesi sonucu 69 kişi öldü ve 200’den fazla kişi yaralandı. Derhal Sırplar suçlandı, ancak ilerletilen soruşturma bunda Müslümanların parmağı olduğuna işaret edecekti. NATO, Sırplara tüm ağır silahlar Saraybosna’dan çekilmesi yönünde bir ültimatom göndermişti. Sırp topçularının savunmasız kenti civardaki dağlardan bombaladığı doğruydu. NATO, Bosnalı Sırpları, Sırplar çekilmezlerse hava saldırılarının devam edeceği konusunda uyardı.

Sabah dışişleri bakanının odasındaki toplantıda durumu tartışırken Rusya’nın, üzerinde mutabık kalmadığımız NATO ültimatomu ile arasına mesafe koyarak ve kendi adımıza Sırplardan ağır silahlarını çekmelerini isteyerek müdahale etmesini önerdim. NATO’dan korktukları için değil, kendi iradeleriyle, Rusya onlardan öyle yapmalarını istediği için. Talep en üst düzeyde gönderilmeliydi. Sırplar kabul ederse, bu iyi olacaktı; yoksa vicdanımız rahat olacaktı, onlara dönük harekatı sahiden de savuşturmaya çalıştık.

Kozırev bu fikri beğendi ve hemen Devlet Başkanı’na götürdü. Yeltsin, Miloseviç ve Karadziç’e özel bir mesaj gönderdi. Sözlerimizi eylemle destekledik: BM nezaretinde Hırvatistan’a konuşlandırılan barış gücümüzün bir parçası olan 400 “mavi miğferi” Saraybosna civarında Sırpların kontrolündeki bölgelere taşıdık. Bu, Sırplar için Boşnakların muhtemel saldırısına karşı bir teminât işlevi gördü.

Kapsamlı girişimimiz hem olumlu — Avrupalılar bile bunu kabul etti [tabii ki ABD değil!] — hem de çok beklenmedik bir etkiyle sonuçlandı: Sırplar [ve Müslümanlar] ağır silahlarını kaldırmaya veya BM kontrolüne vermeye başladılar.

Yeltsin çok memnundu. Bosna ile ilgili devlet başkanlığı talimatının uygulanmasında gösterilen profesyonellik için ikramiyeyle ödüllendirilenlerin listesinde adımı görmüştüm. Ne yazık ki Rusya, bu başarının üzerine yenisini koymadı.

ABD ve NATO, kanlı Yugoslavya trajedisinin sahnesinde ana kahramanlar olmaya devam etti.

ABD’nin girişimleriyle 1994 baharında Hırvatlar ile Müslümanlar arasındaki savaş sona erdi ve Bosna’da bir Hırvat-Müslüman federasyonu kuruldu. ABD’nin artık desteklemeye değer “iyi bir adamı” vardı. Federasyon hızla silahlanmaya başladı. Bosna Hersek’e silah tedarikine yönelik ambargo, Müslümanlar açısından boşluklarla doluydu. Aynı şekilde Almanlar da Hırvatistan’ı silahlandırıyordu. Uluslararası arabulucular etkisini kaybediyordu, zira BM, barış sürecini ABD’nin daha fazla etkiye sahip olduğu ve Rusya’nın veto hakkı olmadığı beş ülkeden [Almanya, Fransa, Britanya, ABD ve Rusya] oluşan Temas Grubu’nun ellerine bıraktı.

1994 yazına gelindiğinde Temas Grubu, [daha sonra yerini Thorvald Stoltenberg’e bırakacak olan] Vance’in ve David Owen’in önerdiğine oldukça yakın bir siyasi çözüm sunmuştu. Temas Grubu’nun ana teklifi Bosna Hersek’i bölmekti: yüzde 51’i Hırvat-Müslüman Federasyonu’na, yüzde 49’u ise Bosna Sırp Cumhuriyeti’ni veya Sırp Cumhuriyeti’ni kuran Bosnalı Sırplara gidecekti. Amerikalılar biraz düzenbazdı. Önce, o andan itibaren ABD’nin tam desteğinden istifade edecek olan Müslümanlarla harita üzerinde anlaştılar ve sonra haritayı beşliye teslim ettiler. Derhal uçağa bindirilerek Sırpları ikna etmekle görevlendirildik.

Miloseviç ABD’nin fikrini kabul etti: Yugoslavya’yı boğan yaptırımların hafifletilmesi veya kaldırılması sözü verildi. Hatta Batı’nın bir süredir talep ettiği şeyi bile kabul etti; 4 Ağustos 1994’te Bosna Sırp Cumhuriyeti ile ilişkilerini kesti ve sınırını kapattı. Miloseviç, Sırp topraklarını genişletmeye çalışmıştı ve artık kendisini barışın mimarı olarak konumlandırabilirdi. Fakat Karadziç, pan-Sırp liderliğine rakipti ve onu Miloseviç’e bırakma niyetinde değildi. İki Sırp lider arasındaki bu rekabet, Yugoslavya, Bosna ve Hırvatistan’daki üç Sırp tarafını da zayıflattı. Sırpların bölünmüşlüğü, yanlış hesapları ve özgüvenleri art arda yenilgi almalarına neden oldu.

Ağustos 1994’ün başlarında Temas Grubu’ndaki beş ülkenin dışişleri bakanları Cenevre’de bir araya gelerek, Bosnalı Sırpların Temas Grubu’nun önerilerini [Hırvat-Müslüman Federasyonu bunları halihazırda kabul etmişti] kabul etmelerinin barış sürecinin yeniden başlamasına yönelik ilk adım olması gerektiğini ilan ettiler.

Bu bir ültimatomdu, kadife eldiven içindeki demirden bir yumruktu. Temas Grubu’nun teklifine Bosnalı Sırpların evet demesini zorlaştıracak şekilde özenle kaleme alınmıştı. Belki de bu önkoşulları öne sürme oyununa katılmamız, hele ki devam edecekken çok yanlıştı. Amerikalılar, Temas Grubu bünyesindeki müzakerelerin defalarca sekteye uğramasına neden oldu. Onlara söz geçirme girişimlerimiz zayıf kaldı. Uzun süreli ara, hem Müslümanların hem de dış desteğe güvenerek savaşa önemli ölçüde hazırlık yapmış olan Hırvatların işine yaradı. Duraklama, Belgrad’ın desteğini yeni kaybetmiş olan Bosnalı Sırplar için kuşkusuz zararlıydı.

1 Mayıs 1995’te Hırvatlar tanklar, toplar ve uçaklar kullanarak ilk büyük taarruzu başlattı. Hırvatlar, BM barış güçlerine saldırmaktan geri durmadıkları gibi Hırvat ve Bosnalı Sırplar arasındaki tüm bağları da kopardılar. Her şey bir iki gün içinde sona ermişti. Batı Slavonya’daki 15 bin Sırp evlerini terk etmek zorunda kalmıştı. Hırvatların saldırısı, Müslümanların Posavina koridoru bölgesindeki saldırısıyla eşgüdümlüydü. Almanlar ve Amerikalılar, üçüncü bir tarafa karşı savaşlarında iki tarafa da yardım ediyordu.

Bu vaziyette Rusya ne yaptı? Elde etmeyi başardığımız tek şey, BM Güvenlik Konseyi Başkanının oldukça zayıf bir açıklamasıydı. Hırvatistan’a yaptırım uygulama talebimiz dikkate alınmadı. Daha sonra Mayıs 1995’te NATO, itirazlarımıza rağmen Bosna’daki Sırplara karşı hava saldırıları başlattı. NATO, Bosna Sırp Cumhuriyeti’nin başkenti Pale’yi bile bombaladı. Siviller ve BM barış gücü askerleri öldürüldü ve onlarca kişi hem Sırplar hem de Müslümanlar tarafından rehin alındı. NATO, himayesi altındaki bölgeler listesine sadece Gorazde’yi değil, diğer sözde güvenlik bölgelerini de dahil etmeye karar verdi. Ne zaman bir Sırp saldırısına maruz kalsalar, bunu güçlü bir tepki izledi. Müslümanlar, hiçbir şekilde askerden arındırılmamış olan bölgelerden vur-kaç taktikleriyle Sırplara saldırmaya devam ettiler.

ABD’nin maksadı oldukça açıktı; Müslümanların ve Hırvatların lehine Sırpların zararına savaşı sonlandırmak. Fırsat buldukça şikayet etmeyi ve öfkemizi dile getirmeyi sürdürdük, ancak sonunda Sırp karşıtı politikalara boyun eğdik. Güçlü olan haklıdır. Amerikalıların yaptıklarını yapmalarına engel olacak fiziksel beceriden yoksunduk. Başka ne yapabilirdik? Meydan okumak ve karşı gelmek mi? Halkın feryadını dile getirmek mi? En azından meseleyi kamuoyuna duyurmak için Temas Grubu’ndan geçici olarak ayrılmak gibi bazı çarpıcı jestlerde bulunabilirdik. En azından buna mesafe koyabilirdik. Hiçbir şey yapmadık.

4 Ağustos 1995’te 100 bin kişilik Hırvat ordusu [Tudjman üç yıl boyunca eğitmiş ve silahlandırmıştı], Knin de dahil olmak üzere Sırp Krayina’sının neredeyse tamamını ele geçirmek üzere geniş bir cephede bir hücum başlattı. 150 bin Sırpın tamamı, kendilerinin ve atalarının üç yüz yıldır yaşadıkları topraklardan sürüldü. Hem Miloseviç hem de cumhuriyetinde başkomutan olan Karadziç çatışmanın uzağında kaldı. Batılılar, olayların bu gidişatına içten içe sevinirken, kendilerini yine Hırvatlara yönelik daha ikiyüzlü çağrılarla sınırladılar. Çok az insan, Sırp Krayinası’nın uluslararası koruma altındaki bir bölge ilan edildiğini hatırlama zahmetine girdi. Balkan ihtilafının uluslararası arabulucusu Carl Bildt, Hırvat hükümetini eleştirerek ve Başkan Tudjman’ı savaş suçlarıyla anarak bir anlamda Batı’nın haysiyetini kurtaran tek siyasetçiydi. Misilleme olarak Hırvatistan, Bildt’i istenmeyen kişi ilan etti. Binlerce ev terk edildi, yağmalandı ve ateşe verildi. Bu savaş sırasındaki en kötü etnik temizlik ve gerçek bir insani felaketti. Birlikleri Bosna Krayinası’nda Sırpları katleden Hırvat General Ante Gotovina, hemen birkaç yıl sonra Lahey’deki Uluslararası Mahkemeye çıktı. Yıllar sonra, Amerikalıların yalnızca Hırvat ordusunu silahlandırıp eğitmediğini, aynı zamanda Krayina’daki Sırplara karşı operasyon planladığını ve dronlarla veri toplama da dahil olmak üzere istihbarat sağladığını gösteren kanıtlar ortaya çıktı. Görüşler yalnız emekli asker veya özel şirketlerin işin içinde olup olmadığı veya CIA ve Pentagon’un da rol oynayıp oynamadığı konusunda farklılık gösteriyor.

2012’nin sonbaharında, özellikle savaş suçlularını yargılamak için Lahey’de kurulan Eski Yugoslavya Uluslararası Mahkemesi, General Gotovina ve suç ortaklarının serbest bırakılmasını emretti. Kosova’nın eski başbakanı Ramuş Haradinay’a da aynı ölçüde “merhamet” gösterildi. Bu mahkeme tarafından mahkum edilenlerin listesi neredeyse tamamen Sırp isimlerinden oluşuyor. Sırplara karşı etnik temizlik veya Krayina’daki Sırp nüfusun katledilmesi nedeniyle adalet önüne çıkarılan hiç kimse olmadı.

Son BM barış gücü Bosna’yı terk ettiğinde, 60 NATO savaş uçağı Bosnalı Sırpların mevzilerini ve ikmal hatlarını vurmuştu. Bu, derhal Sırpların suçlandığı Saraybosna pazarında meydana gelen patlamanın ardından gerçekleştirildi. Hava saldırıları devam etti. Bir İngiliz-Fransız acil intikal kuvveti sahaya indi. Kuruluşunun asıl maksadı buydu. Bunun barış gücü olduğu söylenen Kozırev yine kandırıldı. Hiç kimse BM Güvenlik Konseyi’nden bu kadar geniş çaplı bir güç kullanımına başvurma konusunda izin isteme zahmetine girmemişti. BM Güvenlik Konseyi’nin 836 sayılı kararına zorlama bir atıf ve “BM Genel Sekreteri tarafından onaylandığı” iddia edilen NATO kararlarından mantıksız bir biçimde bahis açılmaktaydı. Uluslararası hukuka bu şekilde meydan okundu ve ayaklar altına alındı.

NATO’nun topçu bombardımanından sonra 120 bin kişilik bir Müslüman kuvveti ve Hırvat birlikleri taarruza geçti. Yine Yugoslavya’ya yönelik yaptırımları tek taraflı olarak kaldıracağımıza dair lanetlemeler ve tehditlerle yetindik. Ama sözümüzün eri olacak cesaretimiz yoktu.

Bosnalı Sırplar bombalandığı esnada Miloseviç, “barış görüşmeleri” için Clinton’ın Balkan Temsilcisi Richard Holbrooke ile Belgrad’da bir araya geldi. Her şey aynı ikili şekilde ilerlemeye; anlaşma şartlarını dikte etmek ve Bosnal Sırplara yönelik, köprüler, yollar ve diğer altyapı dahil olmak üzere çok daha geniş bir yelpazedeki hedeflere yönelik saldırılar devam etti. NATO en fazla 1,3 milyonluk küçük bir nüfusa göz açtırmadı. Seyir füzeleri neredeyse tüm Bosnalı Sırp tesislerini vurdu. NATO, Sırbistan’ın hava savunmasının bir kısmını ortadan kaldırdı, ki bu 1999’da ittifaka çok yardımcı olacaktı. NATO savaş uçakları toplamda 3 bin 400 sorti yaptı. Müşterek Müslüman-Hırvat kuvveti, NATO’nun desteğiyle Sırpları geri püskürttü. Bunu tehcir izledi. Bosna Hersek’in haritası her gün değişiyordu. Sonunda topraklar yüzde 51’e yüzde 49 modeli uyarınca bölündü. Bu ayrışmanın coğrafyası, 1994 sonbaharında ve hatta daha önce, yüzbinlerce insanı savaşın dehşetine sürüklemeden nispeten barışçıl bir şekilde çözülecek olana epey yakındı. İşin ehli biri olan Lord Owen, savaşın bu kadar uzun sürmesine neden olanın sadece Bosnalı Sırplar değil, ABD hükümeti olduğunu da açıkça söylüyor.

Balkan çilesi sona eriyordu. Ekim 1995’te Amerikalılar, savaşan grupları ateşkese zorladı. 1 Kasım 1995’te Dayton barış görüşmeleri, kulis seyircisi sıfatıyla da olsa Rusya’nın katılımıyla başladı. Owen’ın “rezalet” olarak tanımlayacağı şekilde Sırplara dayatılan Dayton Anlaşmalarına Rusya’nın imza atması, yalnızca Rusya’nın marjinal rolünü vurguladı.

Miloseviç, Bosna’da Sırpların bekleyebileceğinden çok daha azını aldı, zira ekonomik yaptırımlar hâlâ yürürlükteyken Belgrad’a dönmekten korkuyordu. Bosnalı Sırplar, Müslümanların ve Hırvatların eline geçecek bölgeleri terk ediyor, evleri yakıyor ve atalarının kalıntılarını eşiyorlardı. 12 Kasım 1995’te Miloseviç, eski Yugoslavya’nın kurucu cumhuriyetleri arasında etnik açıdan en saf olan Doğu Slavonya’yı Hırvatistan’a devrederek Tudjman’a son tavizi verdi. 21 Kasım 1995’te Bosna, Hırvatistan ve Sırbistan devlet başkanları barış anlaşmalarını parafladılar.

Miloseviç’in akıbetiyle alakalı tahminler çok geçmeden gerçekleşmeye başladı ve bunun için büyük ölçüde kendini suçlayabilirdi. Kosova’daki ayrılıkçıları ortadan kaldırmasına izin verilmedi. 1995’te inanılmaz görünen şey, 1999’da uğursuz bir hakikate dönüştü. ABD hava kuvvetleri ve diğer NATO ülkelerinin hava kuvvetleri, Nisan 1999’dan başlayarak Sırbistan’ı — tümü BM Güvenlik Konseyi’nin onayı olmadan ve BM tüzüğünü doğrudan ihlal ederek — 40 bin bomba ve roketle vurdu. Dahası, NATO üyeleri ittifakın tüzüğünü de ihlal etti. İttifakın güvenliğine tehdit oluşturmayan bir ülkeye ilk saldıranlar onlardı. Ayrıca NATO, 1997 tarihli Rusya-NATO Kurucu Senedi’ni de ihlal etti. Yugoslav ekonomisine — fabrikalar, elektrik santralleri, petrol rafinerileri, köprüler ve yollar ve iletişim hatlarına — zarar verildi. Binlerce sivil öldürüldü. Sonunda Rusya yeniden ön plana çıktı. Ama misyonu neydi? Amerikalıların çıkmazdan kurtulmasına yardım etmek ve Miloseviç’i NATO’nun şartlarını kabul etmeye ikna etmekti. Son geri sayımda iğdiş edilmiş Sırbistan’ın içindeki sınırlar yıkıldı. Sırbistan, kendi topraklarının bir parçası ve Sırp ulusunun beşiği olan Kosova’yı kaybetti.

En acı ve unutması zor anılarımdan biri, eşimle birlikte Slovenya’da bir otelin terasında durup, Adriyatik’teki bir tatil yerinin müsif güzelliğinin tadını çıkarırken NATO uçakları Belgrad ve Sırbistan’ın diğer kentlerindeki “hedeflerine” doğru ilerlerken yukarıdan jet motorlarının uğultusunu duymamızdı. Bu uçakların pilotları cezadan muaf olduklarının tamamen farkındaydı. Neyse ki, o zamana kalmadan kamu hizmetinden ayrılmıştım. İstifam 1998 yazında kabul edildi.

Kısa bir kapanış

1990’larda Rus dış politikasının karşı karşıya olduğu sorunlar, yalnızca kısmen, belirli bir grup ülkenin izinden gitmek isteyen belirli şahsiyetlerin arzusundan kaynaklanıyordu. Bir zamanlar dünya sahnesinde kudretli bir aktör olan Sovyetler Birliği lağvedildi ve neredeyse hiç kimse onun jeopolitik bir gerçeklik olarak daha ne kadar kaldığını söyleyemez. Sovyetler Birliği’nin dağılmasına sebep olanlar, karşılığında zayıf bir Rusya aldılar. Rusya’nın bir zamanlar Sovyetler Birliği’nin sahip olduğu itibarı kazanması uzun zaman aldı. Dahası Rusya’nın yönetici seçkinleri, dış desteğe bel bağlayarak iktidarda kalmaya çalıştı. Ülkedeki istikrarsız durum, Sovyetler Birliği’nin oyun dışı bırakılmasının da bir sonucuydu. Aralık 1991’den sonraki kaotik dış politikası nedeniyle Rusya artık kayda değer bir küresel aktör değildi. Bu hakikat, Yugoslavya krizi boyunca asla yakamı bırakmadı.

--

--